Çok küçükken , henüz ilkokul yaşlarımda, köye giderdik ailemle.Ekimde ekilen ekinleri biçmek için ,”Turgutlu”olarak varoluşunu sürdüren bir ilçenin istasyonundan trene atlar, aileden birkaç emekçi ve biz çocuklar köy yoluna koyulurduk.90'larda. Şimdilerde , o kuşağın,yine o dönemin pop müziğinin şimdikilerden çok daha hoş olduğunu ve özellikle o dönemi bastıra bastıra belirttiğini duyduğunuz 90'ların hasat zamanları. Uzun tren yolculuğu yapanlar bilirler, kompartımanda herkesin bir arada sıkışık oturduğu, ayakta kalanların koridorlarda dolanıp boşalan yerleri kontrol ettiklerini.. Çeşit çeşit hikayelerin ilerleyen zamanlarda anlatılabildiği, insanların ağzından vakit öldürmek, biraz olsun gevşemek için önceleri memleket, eğitim, yolculuk nereye klişe cümlelerinin peşi sıra dizdiği nazik , mesafeli sohbetlerin olduğu o tren yolculuklarında hemen her şey ile karşılabilirdiniz. Mesela tıklım tıklım olan koridordan ilerlerken burnunuza mis gibi kavurma kokusu gelebilirdi yemek kompartımanından çok uzak bir kompartımanda. Bir bakardınız kapı açık, odanın ortasında piknik tüpü, üstünde tava, içinde kavurma etrafında bir dünya insan.Ya da üniversiteyi kazanan bir öğrencinin heyecanının , ağzından çıkan nefesle kazanmayan sizi evire çevire delirtirken gözünüzü uykudan açmaya çalışabilirdiniz.1. sınıf bilet almaya yetecek para bulamayıp 1.sınıf konforuna kendini kaptırırken defalarca kondüktör tarafından 2.sınıfa gönderildiğini ve kondüktör yolcu köşe kapmaca oyununa kısa zaman aralıklarıyla şahit olabilirdiniz. Hatta siz gözünüzün birini kırpıp şekerleme yaparken diğer gözünüzün şekerlemesinden feragat edip, o yolcunun tüm koşullanmışlığıyla diken üstünde durmasını ve kıçı rahat edemeden bir ayağı kalkmaya hazır yolculuğunda, rahatın her zamanki gibi ne kadar maliyetli olduğuna şahit olabilirdiniz.
İşte öyle yolculukları kastediyorum. Herhangi bir yerde yolcu indirme-bindirme yaparken tren pekala dışardaki çocuğun taş atma eğlencesine de dönüşebilirdi o an. O taşın camda yaptığı faça, ilerleyen yolculukta o camı bir konfetiye çevirip yüzünüze saçarken , kapının üstünde uyumaya çalışıp, evet kapının üstünde valiz için olan yerde uyumayan çalışan bir furbol takımı fan'ı korkuyla uyanabilirdi.
İşte böyle yolculukların sonunda vardığım çocukluğum...
Çok az hatırladığım o tren seyahatlerinin nasıl gerilim yüklü muhteşem bir seyahat olduğunu da şöyle anlatabilirim. Geçtiğimiz dağlar , ovalar ,akarsular ,tüneller, koyun sürüleri, öküzler ; çocukluk gözüyle el değmemiş, envai çeşit renklerle dolardı gözümüze. Hatta bazen insanların birlikte oturup sohbet ettiği , daha doğrusu lafın belini kırmaya çok uzak öküzler de olurdu bu seyahatlerde .
Medeniyete uzak o yerler o zamanlar sanki hikayelerden fırlamış capcanlı gerçek yerlerdi, karla örtülü o topraklar, evler, bahçeler ve karın kılcal damarlar gibi örttüğü ağaçlarla gözümüzün önünden o kadar hızlı geçerdi ki, şimdiki çizgi filmler , akıllı telefon oyunları gibi etkilerdi bizi hatta takip etmekte zorlandığımız için dikkatimiz dağılır bir sarhoş çocuk olup çıkardık ve toparlanmak için uzaklara bakardık.
Ablam ve kardeşimle birlikte ellerimizi trenin koridorundaki camdan dışarı uzatır, suyun içinde gezdirirken suyu avucun içine almaya çalışır gibi serin rüzgarı da yakalamaya çalışırken parmaklarımızın arasından kaydığını hissederdik. Zaman zaman da ağaç dallarını yakalamaya çalışırdık.Verilmiş sadakamız varmış ki o dallara yetişemezdik.
Hızla giden tren penceresinden nasıl oldu da bir uçurtma kasnağı gibi takılmadık ağaç dallarına diye söylemeye gerek yok sanırım.Verilmiş sadakamız varmış. Bizimkiler o zamanlar daha az koruyucuymuş meğer. Sanki bilirlerdi pencereden sarksak da düşmeyiz, ya da tutunmayız dışarıya . Biz öyle eller dışarıda giderken aniden tünellere girdiğimizde , korkuyla elimizi çekerdik gerisin geriye. Pencere açık olduğu için trenin dumanı içeriye de girerdi. Elimi o karanlıkta uzatırsam karanlığın değil, ama tünel duvarının elimi tuz buz edeceğinden mi yoksa karanlıkta birinin beni o bilinmezliğime çekeceğinden mi korkardım tam olarak hatırlamıyorum. Bilinmezliğin sardığı korku ilk doğumdan bu yana yakamızı bırakmadığı gibi o yolculukta da eşlik ederdi bize, en çok da çocukluğumuza . Korkuyla hemen koridorun ortasına geçerdim tüneli geçene kadar . Sonra, bir çocuğun eğlenme düşkünlüğünden midir nedir, tekrar pencereden dışarı salınırdık. Tren eğriler çizdiğinde bazen lokomotifi ve bacasından çıkan devasa duman bulutunu; gökyüzünde kıvrılan küçük "kara balıklara", koyunlara, kuşlara, ineklere ya da dev canavarlara benzetirdik. Bazen de kuyruğunun bir yılan gibi bizi takip ettiğini izler, ve sanki sadece biz görüyormuşuzcasına birbirimize göstermeye çalışırdık...
O yolculuklarda, Trenin bacasından dumanı tüttüre tüttüre, bazen karlı , bazen yemyeşil yerlerden bizi bizden alıp götürmesini severdim.
Yine bir seyahatte, tren yolcu almak için durdu. Babam da içe suyu alayım diye aşağı indi. 5 dk oldu , 10 dk oldu gelmedi, sonra tren hafifçe hareket etmeye başladı, ben de korkup ağlamaya başladım ki annem: " baban gelecek, gelecek korkma" dedi, nasıl bildi bilmiyorum , pekala treni kaçırmış da olabilirdi , fakat serin kanlı konuşması beni teselli etti ve küçük çaplı bir travmanın eşiğinden bilmem kaçıncı defa döndürmüştü beni. Birkaç dakika daha geçen endişeli bekleyişten sonra babam çıkageldi, elindeki suyla. O an güvende olmanın nasıl bir şey olduğunun çocukça anlamına vakıf olduğumu sanıyorum. Ve ayakları üzerinde durana dek bir insanın ne kadar aciz olduğunu ve güvende tutan karşılıksız sevip , büyüten o ebeveynlere ne kadar ihtiyacı olduğunu daha sonra ve daha somut olarak elbette öğrenecektim..
Araya ne kadar kuşak çatışması girse de , aynı modaya , düşüncelere, hayat felsefesine farklı pencerelerden bakan komşular gibi olsak da; çocuk- anne/baba arasındaki muazzam bağı yaş ilerledikçe, karşı olduğumuz çoğu zaman sıkıldığımız koruyucu davranışlara hatta yemek zevkine kadar pek çok konuda onlara nasıl benzediğimizi görmek için bir an düşünmenin yettiğini ve hissetmek gerektiğini biliyorum. Söz konusu bize bağlı başka canlılarsa ne kadar sabırlı olduklarını içselleştirdiğimizi farketmek de hayatın bize aslında ne kadar kısa bir kaç istasyondan ibaret olduğunu anlamaya yettiğini öğreniyoruz. Yürümek, konuşmak,olgunlaşmak,meyve vermek üretmek ve geriye dönüp bakmak gibi istasyonları zaman ilerledikçe daha basit bir şekilde keşfetmek ve son istasyona doğru kim yaklaşırsa yaklaşsın, ömrün ne kadar uzun olacağını bilemesek de insana içinden çıkamadığı bir dar alan ve üstünden atamadığı, atamayacağı bir hüzün veriyor.
Tüm bunlardan beriye ne kadar iyi ya da kötü anların içeriği ne olursa olsun şunu biliyorum ki anne-babanın varlığı ve bir şeyleri biliyor olması ve ağladığınızda baş koyduğunuz omuzları güldüğünüzde sevindiğinizde sığındığınız göğüsleri, üzülen gözleri,bir çok şeyi hatırımız için içe attıkları kalpleri, gülen dudakları dünyadaki en anlamlı varoluşlar ve onlara sahip olmanın insanda hiç bir şey ile kıyaslanamayacağı duygusu. Huzur ve güven.
Aparatif yiyecekler,tuzlu salatalıklar bazen, şehre taşınmış kültürümüzden gelen tandır ekmekleri ile midemize giderken köye varmamız 2-3 gün sürerdi. Hayatımızın maddi ve manevi bütün yükünü bazen yalnız kendisi bazen de bizimle çeken annem, vardığımız ilçemizden sevinçle katettiğimiz yolun sonunda eve ulaştığımız ilk anda hemen etrafın tozunu alır , bir şeyler hazırlayıp tüpe bırakır sonra sırayla bizleri alır isten daha da kararan tenimizi leğen banyosunda yıkardı. .
Okula gidip gelirken başından başlamadığım belki yaşın da verdiği o hazır olamama durumundan olsa gerek, her günün akşamı babam bugün ne öğrendiniz diye sorardı ? Bazen evin üstünde tamirat yaparken okuldan gelen beni görür ordan da seslenirdi ne öğrendin bugün ? Keşke öğrenmiş olsaydım o zamanlar da göğsümü gere gere söyleyebilseydim.Fakat hiç bir şey bilmezdim başını kaçırdığım her şeyin için sonunu aklımda tutamazdım. Üstelemezdi genelde, ama bir gün salonda otururken, evet salonda otururken, alışmışız oturma odasında oturmaya ve salonu misafirlere rezerve etmeye belki şimdilerde, ama bizim o köy evinde topu topu bir odaydı ve o da kocaman salondu, işte orada bir minderin üzerine oturdu ve bana "askerde Ali Okulunda" öğrendiği okuma yazması ile tatlı tatlı alfabeyi yazdı ve tek tek okudu.
Ertesi gün aynı şekilde "bugün ne öğrendiniz ?" diye soracağını tahmin ettiğim için, neden bilmem ama "c" sesini kaydettim kafama, ve her ertesi günde her soruşunda ona "baba biz "C" harfi öğrendik derdim yarı gururla.. Bu ön sezim bana arapça okumayı öğrettiği zaman da takip edeceğini hissettirdiğinden, okuduğum yerin türkçe okunuşunu yazıp koyardım kitabın arasında ve ertesi gün sorduğunda tak tak tak okurdum: )
Nohutların frik olduğu zamanlarda , bizim köylere girdiğinizde duyacağınız o sel gibi karga sesi çıkaran o kargalar dağa firiklere dadanırdı. Bunu önlememiz için beni , kardeşlerimi ve ablamı tarlamızın bulunduğu karşıda olan dağa gönderirdi.
Elimize birer odun ve yağ tenekesi alırdık kargalar inince tenekeye vura vura onları uzaklaştırırdık. ve akşamı bulurduk o koşturma - kovma esnasında.. Bazen ablamın bulduğu sulak yerde babamın kazdığı çukurdan su almaya gittiğimde etrafta ya hindi ve ailesini görürdük ya tavukgilleri civcivlerle.. Bizim "şele" dediğimiz yapışmış sertleşmiş küçük toprak parçalarını alıp o civcivlerin başına nişan almaya çalışırdım.
En fazla bir kaç defa böyle bir oyun oynamıştım. Ve her defasında iyi bir nişancı ile küçük bir katil olma arasında sıkıştığımı farkederdim. Civcivlerin başını isabet ettiğinde sersemlemesi yere düşmesi ile birlikte içimde tarif edemeyeceğim bir pişmanlık ve korku hissederdim. Bu korku belki sahibinin gelip beni bulacağı korkusu olabilirdi. Ama o grup içindeki, isabet ettirdiğim civcivin sersemlemesi ya ölürse endişesi onunla sempati kurmamı sağlardı ve ben de ölür ölür dirilirdim. Bir tanesinin ölümüne sebep olma endişesi ve pişmanlığı; ellerimi açıp eşşekliğimi affetmesi için Allah'a dönüp "ne olur ölmesin " diye dua etmemi sağlardı. Civcivi tekrar ayaklanıp diğerlerine katıldığını gördüğümde "çok şükür dediğim o güzel an" o kadar mutlu olurdum ki, suyu doldurup neredeyse gözümün kenarında kuruyan bir damlayla ve anlatılmaz bir sevinçle diğerlerine katılmaya giderdim. O zamandan beridir hayvanları severim ve incitmekten korkarım, hatta kafese koyup tutmak da artık bana göre değildir. Ama hediye olan japon balığıma en azından yanımda güzel bir hayat yaşaması için ve ailemin bir parçası olması için bakarım.
Unutmadan , evimiz yıkılmak üzereydi, ama çok şükür kurtardık. şimdi iyi durumda içindeki anılarımızla birlikte...
Unutmadan , evimiz yıkılmak üzereydi, ama çok şükür kurtardık. şimdi iyi durumda içindeki anılarımızla birlikte...
evimiz |
Yorumlar
Yorum Gönder